Neden Ben?
 

                                                      NEDEN BEN

G
örebildiğim kadarıyla SFnin her durumda geçerli olabilecek kesin bir nedeni yok. Örneklere bakıp genellemeler yaparak neden-sonuç ilişkisi kurmak bizi doğru sonuca ulaştırmayabilir. Nedenler kişiden kişiye değişebilir. Yine de ben burada okuduklarımdan, gözlemlerimden ve kendimden yola çıkarak bazı varsayımlarda bulunmaya çalışacağım.

Kişiliğin oluşumunda en büyük pay genellikle ana babaya aittir. Çocuğun fikirlerini, inançlarını ve davranışlarını büyük ölçüde ana baba şekillendirir.
Ana babanın söz ve davranışları çocuk için birer mesajdır ve çocuk onlardan görüp duyduklarını -bilinçsizce de olsa- modelleyerek içselleştirir, benliğinin bir parçası haline getirir.

SFnin ortaya çıkışında da ana babanın kişilik özellikleri ve çocuk yetiştirme tarzlarının büyük etkisi vardır. SFlilerin çoğunun ana babalarının da sosyal korkuları bulunan, başkalarının düşüncelerine fazla duyarlı kişiler olduğu söyleniyor. Ben bunu kendi ailemde görebiliyorum. Hatta bunun bir örneğine babamın lise yıllarından kalma bir ders kitabında rastlamıştım. Bir sayfasına tarih atıp şu notu düşmüştü: "...Bundan sonra çok çalışmam icap ediyor. Başkalarına karşı mahcup olmak istemem. Onun için İngilizce'yi kurtarmalıyım..." İşte 'Başkaları ne der?' kaygısının açıkça ortaya konuluşu...

Ailenin aşırı koruyucu bir tutum içinde bulunması çocuğun pasifize olmasına yol açabilir ve böylece kendi başına kararlar alıp uygulamaktan korkan çekingen bireyler yetişir. Dış dünyanın güvenli bir yer olmadığını öğrenen çocuk büyüyünce de kendini güvensiz hissetmeye ve insanlara kuşkuyla bakmaya devam eder. Bu yüzden de insanlarla sağlıklı ilişkiler geliştirmekte zorlanır. Ben ilkokuldayken, evimize uzaklığı yürüyerek 10 dakika olan okula beş yıl boyunca güvenlik gerekçesiyle faytonla gidip gelmiştim. Doğup büyüdüğüm mahallenin çocuklarıyla ancak ortaokuldayken tanışabildim.

Ezilen, sövülen, dövülen, aşağılanan, küçük görülen, alay edilen bir çocuğun içinde "Sen değersizsin, dövülecek bir nesnesin, sevilmeye layık değilsin." mesajı yer edinir. Kendisini ezilmiş hisseden, değersiz bulan, sevilmeye layık görmeyen biri de insanlarla iletişim kurarken rahat davranmakta zorlanır ve aşağılık duygusuyla ya çekingen, pısırık, haklarını korumaktan aciz ya da başkalarını ezmeye çalışan, baskın, saldırgan bir kimliğe bürünebilir. Benim yetiştiğim aile ortamında fiziksel şiddete pek başvurulmazdı ama yine de korku merkezli bir disiplin anlayışı hakimdi. Hayır deme hakkım yoktu. Bana sağlanan rahatlık itaatkar bir evlat olduğum sürece geçerliydi.

Olduğu gibi kabul edilmeyen, nasıl olduğuna değil, nasıl olması gerektiğine önem verilen, sözleri önemsenmeyen, duygularını olduğu gibi ifade etmesine izin verilmeyen, ana babasının istediği kalıplara girmek zorunda bırakılan bir çocuk zamanla kendi özünden kopar ve duygularına yabancılaşır.
Çocuğun isteklerini bastırarak ona -örneğin- neyi, ne zaman yemesi veya giymesi gerektiğini dayatan bir ana baba çocuğa onda bir eksiklik, bozukluk olduğu mesajını verir ve bu yolla kendi hissettiklerine güvenmemeyi öğretir. Giyeceği çorabın kalınlığı bile annesi tarafından belirlenen bir insanın da kendi başına girişimlerde bulunup sorumluluk alması kolay olmaz. Ailemle birlikte olduğum süre içerisinde yaşantımı büyük ölçüde annem düzenliyordu. Bugün bile hala tatillerde eve gittiğimde "Kazağını giy, üşürsün. Reçelden niye yemiyorsun?" gibi denetlemelerine devam ediyor.

Sosyal ortamlara alışkın olmak SFnin ortaya çıkma olasılığını düşürebilir. Yüz yüze iletişimin yoğun olduğu bir ortamda yetişen kişilerde SF görülme riskinin daha az olduğunu tahmin ediyorum. Gözlemlerime göre çocukluğunda dış dünyayla teması fazla olan, özellikle de çok sayıda insanla muhatap olmayı gerektiren satış ve pazarlama türünden işler yapmış kişiler genellikle daha aktif, girişken, dışa dönük, kolay iletişim kurabilen bir yapıda oluyorlar. (Çalışmak muhtemelen çocuğun değil, ailenin tercihidir ve çocuk genellikle yaşam koşulları öyle gerektirdiği için bir işte çalışır. Bence onun için insanlar böyle işleri mizaçlarına uygun olduğu için yapmış değillerdir. Tersine, bu işlerde çalıştıkları için öyle bir kişilik geliştirmişlerdir.) Bu durum sosyal beceriyle açıklanabilir. İnsanlarla ne kadar birlikte olunursa bireyler arası iletişimde toplumun beklentileri o kadar iyi öğrenilebilir ve kişi nerede ne söyleyeceğini, nasıl davranacağını bildiği için sosyal ortamlarda kendini rahat hissedebilir. Dört duvar arasından çıkma fırsatını çocukluğumda yeterince bulamamanın olumsuz etkisini bu yönden de yaşadığımı söyleyebilirim.

Çevrenin çocuktan beklentileri yüksekse ve bu beklentileri yerine getiremediğinde çocuk kınanıyor, eleştiriliyor, başkalarıyla kıyaslanıyorsa; yaptıklarında hep bir kusur aranıyor, hatalarına hoşgörü gösterilmiyorsa çocuk muhtemelen kendisine ve başkalarına karşı aynı tutum ve davranışları sergileyecektir. Kabul görebilmek için hiç hata yapmaması gerektiğine inanacak, bu mükemmeliyetçiliği nedeniyle de hata yapmaktansa hiçbir şey yapmamayı tercih edecek, mesela derste öğretmenin sorduğu bir soruya -yanlış ya da eksik birşeyler söyleme endişesiyle- cevap vermekten kaçınacaktır.

SFlilerin birinci dereceden akrabalarında da SF görülme oranının yüksek olması genetik yatkınlığa kanıt olarak gösterilebiliyor. "Ana babada SF var, çocuklarda da var; o halde bu kalıtımla geçmiştir." gibi çıkarımlar yapılabiliyor. Ben doğuştan getirilen kalıtımsal özelliklerin SFnin oluşumuna direkt bir etkide bulunmadığına inanıyorum. Aile üyelerinin birbirlerine benzer biçimde SFye yatkın özelliklere sahip olmalarının nedeni ana babaların tutum ve davranışlarının çocuk tarafından taklit edilip benimsenmesinde aranabilir. Bence aile çocuğa SFyi "kalıtımla" değil, "eğitimle" aktarır.

Zihinsel altyapısı önceden hazırlanmış olan SF bazen belirli bir olaydan sonra gün yüzüne çıkmış ve travmatik sosyal koşullanma ile yerleşmiş olabilir. Örneğin öğrenci sınıfta ders anlatırken bir hata yapmış ve arkadaşları ona gülmüştür. O da küçük düştüğünü, rezil olduğunu düşündüğü için utanç hissine kapılmış ve bedensel belirtiler göstermiştir. Bir dahaki sefere ders anlatmak için yine tahtaya çıktığında önceki deneyimi olumsuz beklentilere yol açacak, bulunduğu ortam duygularını tetikleyecek ve bu defa benzer bir hata yapmasa ve kimse ona gülmese bile o yine aynı şeyleri yaşayabilecektir;
Küçük Albert gibi:

"Watson, davranışçılığın bir şekli olan klasik koşullanmayı çocukların öğrenmesine uygulayan ilk kişiydi. 11 aylık bir çocukla, Albert'le yaptığı bugün de ünlü olan deneyi onun yöntemini örnekler. Deneyin başlangıcında Albert'in sıçan korkusu yoktu. Koşullanma süresi boyunca, aynı anda büyük bir gürültüyle birlikte ona bir sıçan gösterildi. Bu büyük bir endişe yarattı. (Bu deney, Amerikan Psikoloji Derneği, araştırma etiği modern kurallarını yazmadan önce yapılmıştı!) Zaman içinde Albert sıçanlardan korkar hale geldi. Çünkü onların varlığını büyük bir gürültüyle ilişkilendirmeyi öğrenmişti. Sıçanlar (daha sonra diğer tüylü nesneler) ona gösterildiğinde gürültü yapılmadığı zaman bile ağlıyordu. Yararsız ve belki de baş belası birşey de olsa o bir koşullandırılmış tepki öğrenmişti: Sıçanların ve benzer uyarıcıların varlığı durumunda ağlamak. Bu, -Watson'a göre- çevresel koşullandırma yoluyla çocuğun her bir davranışının hemen hemen her tip insan olabilecek yönde şekillendirilebileceğini kanıtlıyordu.

 
  Bugün 1 ziyaretçi kişi burdaydı! 2008 Sosyal Fobi'lilerin Buluşma Noktası © Copyright http://www.sosyalfobi.tr.gg  
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol